Atatürk ve Din
Ana Sayfa

3. Atatürk'ün Doğal Hâli ve Sansürcülük

Atatürk’ü sürekli, asker ve siyaset adamı olarak tanıtmak, ciddi ve asık suratlı resmetmek, onu dokunulmaz veya bütün evrenin kurtarıcısı erişilmez mitolojik bir varlık gibi düşünmek Atatürk gerçeğini kavrayamamaktan ileri gelir. Devlet adamı olmasından önce hırslarıyla, istekleriyle, başarılarıyla, hatalarıyla, duygularıyla ve hayalleri ile o bir insandır. Annesinden asker ya da siyasetçi olarak değil etiyle, kemiğiyle ve duygularıyla insan olarak doğmuştur.

Atatürk de kızıp darılır, barışıp gene bozuşur, bazan huysuzluğu, bazan keyfi tutar, bir müddet herhangi bir dedikodunun etkisi altında haksızlığa kadar gider, sonra pişmanlık duyar, üstelik alayı, şakayı sever, fâniliği size bana benzer tabiî bir insandı. 1

Atatürk hataları, yanılgıları, yaptıkları, yapamadıkları, başarıları ve başarısızlıklarıyla birlikte bir bütün olarak ele alınmalı ve değerlendirilmelidir. Atatürk konusundaki duygusal, biçimsel, basmakalıp yaklaşımları bir kenara bırakıp, akılcı gerçekçi, nesnel ve bilimsel bir yaklaşımı benimsemeliyiz. Atatürk’ü ve düşüncelerini tabulaştırmaktan ve dogmalaştırmaktan kaçınmalıyız.2

Onu sadece elinizdeki eserin konusuyla ilgili değil, kendisi hakkında yapılan tüm araştırmalarda -ideolojik ön yargıların esiri olmadan- doğal haliyle tanımak son derece önemlidir. Doğallıkta samimiyet vardır, gerçekler vardır, gerçeğe saygı vardır. Hakikatlerin çarpıtılmadan, yaşandığı şekliyle gündeme getirilmesinden ancak gerçeklerden kaçanlar rahatsız olurlar. Doğruları sansürsüz, kimseden çekinmeden konuşmanın/yazmanın en temel şartı basım-yayın özgürlüğüdür. Bu noktada Kılıç Ali, Atatürk’ün en büyük idealini şöyle açıklar:

Milletten hiçbir hakikatın saklanmaması, vatandaşların daima hakikatle temasta ve devlet işleriyle alakalı bulunması, bunun için de tefekkür, vicdan ve teşebbüs hürriyetleri ile beraber söz ve matbuat hürriyetinin daima muhterem tutulması Atatürk’ün en büyük ideali idi.3

Atatürk kendi özel yaşamının sansür edilmeden olduğu gibi bilinmesini istemiştir, Falih Rıfkı Atay’dan okuyalım:

“Atatürk övülmekten hiç şüphesiz hoşlanmakla beraber, mesela, Türkiye’de yayınlanmasına izin verilmeyen Armstrong'un “Bozkurd”u kendi üzerine yazılmış eserler arasında en beğendiği idi.4 Bu kitabın haksız ve yanlış, hatta doğru da olsa yazılmasını hoş bulmayacağımız tarafları olsa bile, Atatürk’ün şahsiyet ve karakter sırlarına hayli yaklaşan bir tarafı olmalı idi.

Hikâyeyi birçok kimseler bilir. Atatürk İzmir’e bir gidişinde Kordon boyundaki evinin salonuna büyük bir sofra kurulur. Davetliler tamam olup oturulacağı vakit, sokakta biriken halkın içerisini seyrettiğini istemeyen vali, perdelerin indirilmesini emreder. Atatürk der ki: - Vali bey, dışarıdaki halk acaba bizim ne yaptığımızı sanıyor? İçki içtiğimizden şüphesi yok. Fakat şimdi masa üstünde kadın da oynattığımızı ve kim bilir daha neler yaptığımızı zannedecekler. İçki içmekten başka bir şey yapmadığımızı görmeleri için perdelerinizi açtırınız. Sözlü, oyunlu ve kadınlı toplantılardan biri idi. Sofranın iki türlü dağılışı vardı. Ya Atatürk’e iyice uyku ve yorgunluk basar, arkadaşlarına izin verir ve yatak odasına çıkar yahut yabancı ve yarı bildiklerle vedalaşıp birkaç yakın arkadaşını alıkoyardı. Yemek odasında veya eğer bahar ve yaz günleri ise, köşkün bahçesinde kalanlarla biraz daha vakit geçirdikten sonra, hafifler ve ayrılırdı.

O gece bazı aşırıca sahneler geçti. Gülüşe oynaşa sabahladık. Atatürk benimle birkaç kişiyi sona bıraktı. Gece üstüne bir hayli dedikodu yaptık. Çıkıp gideceğimiz sıra kendisine dedim ki: -Şimdiye kadar sizin için yalnız yabancılar yazdı. Biz yanınızdayız. Sizi ve eserinizi daha iyi tanıyoruz. İzin verir misiniz? Yakup Kadri ile sizin için bir kitap hazırlasak... Ferah ve uyanık bir bakışla beni süzdü: - Dün geceyi yazacak mısınız? - Canım efendim, bu kadar hususiyetlerinize girmeye ne lüzum var? -Ama bunlar yazılmazsa ben anlaşılmam ki... Siz de başkalarının yazdıklarını tekrarlamış olursunuz.

Yaptığını saklamak riyakârlığından, kendi gibi, halkı da kurtarmaya çalıştı. Bir yaz ikindisi Dolmabahçe Sarayı’ndan bir motörle Kalamış Körfezi’ne kadar uzanmıştık. Koy sandal dolu idi. Ortalarına sokulduk. Herkesin gözü Atatürk’te ve hepsi put. Ses yok, kımıldanış yok. Atatürk garsona: - Bize bira getiriniz, dedi. Getirdiler. Kadehini kaldırarak: - Şerefinize vatandaşlar… Deyince kimi yanı başında, kimi oturduğu yerin altında sakladığı içki kadehlerini: - Şerefine paşam... Diye kaldırıp içtiler. Bütün koy neşe içinde çalkalanıp durdu. Hatıralarımdan gizleme çabasına düşmeyişim, yalnız Atatürk’ün o sabahki öğüdünü tutmak için değildir. Atatürk kadar iç ve dış, özel ve resmî yaşayışı birbirine karışan, iç içe giren, hatta birbirinden ayrılmayan belki pek az tarih adamı vardır. İç yaşayışı üzerine hikâyeler yazılması doğru değildir diye görünebilir. Fakat onu anlamak ve anlatmak için bunlar, devrimlerinden veya eserlerinden herhangi birinin cansız belgeleri kadar faydalı olsa gerek. (…) 5

Az önce değindiğimiz gibi eğer ciddiyetten uzak ayağı yere basmayan, sağlam delile dayanmayan kurgularla Atatürk’ü tanımlamaya çalışırsak karşımıza insan sayısı kadar Atatürk çıkar. Cavit Orhan Tütengil bu durumdan şikâyetçidir:

… Atatürk’ün kişiliğine ve görüşlerine bir dokunulmazlık, bir “tabu’’ havası getirmeye çalışanlar Kemalizmi dar kalıplara hapsedip Atatürk’ü de bir “evliya’’ haline sokmaktadırlar. Öze inmeyen tek bir davranış ya da tümceden yola çıkan yorumlar o kadar değişik ve karşıt Atatürk’lere varmıştır ki “Gerçek Atatürk’’ü bulmak bir hayli güçleşmiştir.6

Atatürk’ü bir “evliya’’ mertebesine yükselterek dokunulmaz hale getirenlerle kendi çıkarları doğrultusunda Atatürkçülükler yaratanlar, Atatürkçü düşüncenin özüne karşı olmakta birleşmektedirler. Gerçekte, çok “Atatürk’’ler olmadığı gibi birden ziyade “Atatürkçü’’lük de yoktur.[^51]

Sansürcü zihniyet yüzünden Atatürk’ü doğal haliyle anlatan bir biyografi filmi yapılamamıştır. Bu üzücü durumu Murat Bardakçı’dan dinleyelim:

Tek Parti döneminin Türkiye’si 1940’ların başında Emil Ludwig’i Ankara’ya davet etti ve o senelerde artık dünyanın en meşhur biyografı kabul edilen Alman gazeteciden resmî bir istekte bulunuldu: Atatürk’ün biyografisini yazması... Ludwig, tâ Birinci Dünya Savaşı yıllarından tanıdığı bu büyük ismin hayatını kaleme alıp almama konusunda karar vermek maksadıyla temaslarda bulunurken etraftan “Şöyle yaz, böyle de, şunu yaz ama bu konuya hiç temas etme.” gibisinden akıl vermeler başladı ve netice: Yazar “Kusura bakmayın, ben böyle çalışmaya alışık değilim, yazamayacağım” dedi ve Türkiye’den ayrıldı. Bugün Batı dünyasında dört başı mamur bir Atatürk biyografisinin bulunmamasının en önemli sebebi, Emil Ludwig’e “Yeter yahu!” dedirten bu zihniyettir ve Atatürk’ü bir “fânî” olarak gösteren bir filmin hâlâ çekilememiş olmasının ardında da aynı zihniyet vardır.

Kısaca Atatürk kendisini nasıl anlattıysa, nasıl bilinmek istiyorsa öyle anlatılmalı, düşünceleri ve tüm insani yönleri sansürlenmeden, içine bir şey katılmadan ya da bir şeyler eksiltilmeden, özgün haline bağlı kalınarak, yaşandığı/olduğu gibi aktarılmalıdır. Ama bir sonraki başlıkta göreceğiniz üzere Atatürk hakkındaki tarihi gerçeklere sadık kalınmamıştır.


Footnotes

  1. Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Bateş A.Ş., 1984 Basım, s. 7.

  2. Asım Aslan, Sömürülen Atatürk ve Atatürkçülük, 44. Basım, s. 83.

  3. Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, Sel Yayınları, 1955, s. 52. Bu ideale ne kadar sahip çıkıldığı çok tartışmalı bir konudur. Mesela 1933 yılında Atatürk hayattayken, Kazım Karabekir paşanın anılarını neşretmesine neden müsaade edilmedi, neden daha baskı aşamasındayken kitabı toplatılıp yakıldı? Onun milli mücahadeyi kendi zaviyesinden anlatma hakkı yok muydu?

  4. Kılıç Ali bu eser hakkında Atatürk’ün şunları söylediğini iddia eder: “Armstrong ismindeki meşhur bir Türk düşmanının yazdığı kitapta, Atatürk’ün aleyhinde bazı kısımlar vardı ve bunun için de Hükûmet tarafından memlekete sokulması men edilmişti. Atatürk merak etti. Kitabı getirtti. Bir gece sofrada geç vakte kadar tercüme ettirerek okuttu, dinledi. Armstrong, Atatürk’ün herkesçe malûm içkisinden bahsediyor ve bunlara garazkârâne mütalâalarını da ilave ediyordu. Fakat bunları sayıp dökerken de, memleketin herhangi bir felâketi veyahut memleketini ve milletini alâkadar edecek herhangi mühim bir hadise zuhur etti mi, onun içkisini de, eğlencesini de bir tarafa bırakıp pençesini hadiselerin üzerine atarak arslan gibi kükrediğini de belirtip yazmayı ihmal etmiyordu. Atatürk kitabı sonuna kadar dinledikten sonra; ‘Bunun ithalini menetmekle hükümet hataya düşmüş. Adamcağız yaptığımız sefahati eksik yazmış, bu eksiklerini ben ikmal edeyim de kitaba müsaade edilsin ve memlekette okunsun!’ diye latife etmişlerdi.” Son derece kuşkulu bu hatıra -eğer gerçekse- Atatürk kitapta bahsedilen kendi ifadesi ile “sefahate” itiraz etmemekle birlikte kendisi üzerinden Türk halkına yapılan rencide edici ithamlara da cevap vermiştir. Atatürk’ün hükümetin bu kararının altında imzası vardır, ancak bireysel kanaatinin serbest kalması yönünde olduğunu anlıyoruz. Bkz. Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, c. 11, Sayı: 33, s. 721-756, Kasım 1995; Bozkurt Mustafa Kemal ve Atatürk’ün Cevabı, Harold C. Armstrong, Kaynak Yayınları. Atatürk’ün Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları, 1. Basım, c. 26, s. 60. Ayrıca bkz. Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, Sel Yayınları, 1955, s. 78-79. Cemil Koçak aşırı demokrat bu hatıranın “asılsız bir efsane” olduğunu söyler. Cemil Koçak, Tek Parti Döneminde Muhalif Sesler, 4. Basım, s. 28, 6. Dipnot.

  5. Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Bateş A.Ş., 1984 Basım, s. 12-13.

  6. Cavit Orhan Tütengil, Atatürk’ü Anlamak ve Tamamlamak, Varlık Yayınları, 1975 Basım, s. 30-31.

On this page